Biraz edep yahu!

Önce Dilan Polat ve ailesi, Bahar-Nihal Candan kardeşler, eski eşinin iş yerini kurşunlattığı iddiasıyla gözaltına alınan Ece Ronay, doktor bir çift ve daha niceleri! İhtişamlı hayatları, şımarık videoları ile halkın dikkatini çeken ve kısa sürede yüzbinlerce takipçiye ulaşan sosyal medya fenomenlerinden sonra şimdi yeni bir isim, gündemi şok etti! Çünkü kendisi, dünyanın en ciddi ve önemli mesleklerinden birini yapan bir kişi: Avukat Buket Nurşah Tekışık!

Bir fotoğrafta mini eteği ile bacak bacak üstüne atmış hali, bir diğerinde ceketin içine giydiği kırmızı kombinezon tarzı büstiyeri ile savcının odasında fotoğraf çektirip altına da, ‘Ben kaybetmem! Ya kazanırım ya öğrenirim!’ şeklinde yazı yazan, bunu da sosyal medyada paylaşan Tekışık hakkında ve o savcı hakkında soruşturma başlatıldı!

Ya bu neyin pozu, neyin kafası! Tamam kendine saygın anladık da ya makama saygın? Avukatsın sen, savunma makamını temsil ediyorsun, bilgin yok- donanımın yetersiz diye mi bedeninle prim yapmaya çalışıyorsun? Dişli avukat olmak dişi avukat olmak arasındaki o ince çizgide kaybolmuş duruyorsun! Bir de savcının odasında ne kazanıyor ne öğreniyorsun?

Bir avukat olarak utandım! Günlerdir, “Oooo avukatlar böyle mi gidiyor adliyeye, sen de böyle giyiniyor musun söylesene!” muhabbetine maruz kalıyoruz bu kendini bilmez kişiler sebebiyle! Mankenlik ajansına giderken yolunu şaşırmış biri gibi durmuyor mu sizce de? “Güzellik merkezim var, enerciiimm yerinde” dese, inanacağız yani, o derece!

Savunma hakkı, çok ciddi bir haktır! Malını, mülkünü, parasını en çok da itibarını savunurken müvekkilin, ciddi olmak lazımdır! Duruşu vardır avukatlığın, bir edebi bir adabı! Yazılı kurallarını biliyoruz hukukun, avukatlığın da ya yazılı olmayan kurallarını? Kılık kıyafet, söz-hitabet mesela, bunlar yazılı olmayanlardan bazıları!

Valla çok üzülüyorum nasıl bir döneme denk geldik! Herkeste bir yüzeysellik, teşhircilik! Nerede o eski zamanlardaki ar, edep, derinlik! Sosyal medyada düşünüyor, orada yaşıyor, orası için çalışıyoruz adeta!

Prestijli meslekler, saçmasapan olaylar, içi boş insanlar yüzünden büyüsünü kaybediyor, o yüzyıllarca yıllık saygınlıkları yok oluyor! En acısı da herkes donmuş gibi, kimse bir şey yapamıyor!

Avukatların reklam yasağı var biliyorsunuz! Avukatlık Kanunu’nun 55. maddesi;, “Avukatların iş elde etmek için, reklam sayılabilecek her türlü teşebbüs ve harekette bulunmaları ve özellikle tabelalarında ve basılı kâğıtlarında avukat unvanı ile akademik unvanlarından başka sıfat kullanmaları yasaktır.” İbaresi ile yasağı açıkça düzenlenmiştir. Peki o halde bu kadın reklam yasağını ihlal etmiyor mu? Kendi cismani varlığının mı reklamını yapıyor, avukatlığının mı? Bu eylemi, cezalandırılacak mı, itibarı sarsılan diğer avukatlar da ondan şikayetçi mi olacaklar? Kafamda deli sorular!

Avukatlık cübbesinde neden düğme yoktur, biliyor musunuz?

Çünkü adalet, kimseye boyun eğmez, kimsenin önünde düğme iliklemez. Avukat cübbeleri de adaleti temsil eden avukatlar, kimsenin önünde boyun eğmesin, hiçbir koşulda kimseye el pençe divan olmasın diye düğmesiz olarak dikilmiştir.

Umarım ne demek istediğimi anlatabilmişimdir!

…………………………….. * ………………………………………

Kadınlar Ne Seviyor?

Geçtiğimiz seneye damgasını vuran olaylardan biri de hiç kuşkusuz ünlü oyuncu Will Smith’in Oscar tarihine attığı tokattı! Smith, törenin sunuculuğunu üstlenen Chris Rock’ın, eşi Jada Pinkett Smith’in Alopesi hastalığı nedeniyle saçlarını kazıtmasıyla ilgili şakasına çok sinirlenmiş, sahneye çıkıp, “Karımın adını ağzına alma” diyerek Rock’a tokat atmış, hatırlarsanız ortalık karışmıştı. Mevzu, uzun süre gündemden düşmezken insanlar, Smith’e hak verenler-vermeyenler olarak ikiye ayrılmıştı!

Olayın üzerinden neredeyse 1 yıl geçmişken Jada Pinkett Smith konuyla ilgili enteresan bir açıklama yaptı! Pinkett, o tokadı ‘kutsal tokat’ olarak adlandırdığını ve bu tokadın evliliklerini kurtardığını anlattı!

O gece Oscar gecesine neredeyse katılmayacağını söyleyen Jada Pinkett Smith, “Şimdi dönüp baktığımda gittiğime çok memnunum, eşimin onurumu savunmasından onur duydum” dedi. “Will’den ayrılıp ayrılmayacağımı anlamaya çalıştığım onca yıldan sonra onu asla terk etmeyeceğimi anlamam o tokatla oldu” diyerek tarihi tokadın arkasında durdu!

Bir kez daha gördük ki kadınlar, güçlü erkek seviyor azizim! Yakışıklılık, zenginlik, mizah gücü falan tamam da güç her zaman ilk sırada!

İyi de güç ne? İri kıyım, kaslı erkekler mi, nüfuz sahibi kudretli kişiler mi?

İkisi de değil bence! Güç, sevdiğin kadının her daim arkasında olabilmekte! Onun arkasından laf söyletmemekte, kırılan kolun içinde kalan yeni, dışarıya aksettirmemekte!

Yenilse de yaralanıp dibe vursa da vazgeçmeyen, yıkılsa da yılmayan, her defasında yeniden ve yeniden ayağa kalkan, kendini tanıyan, gerektiğinde hesaplaşmaktan korkmayan erkek güçlüdür!

Koruyup kollayan, çekip çeviren, acıyı da hazzı da paylaşabilen, en ufak olumsuzlukta- en büyük sorunda kaçıp gitmeyen, devam etmesi ve de durması gereken yeri bilen erkek şükürdür!

Erkek olmak, doğuştan gelen bir yazgı olsa da adam olmak her erkeğe nasip olmaz!

Çünkü erkek olmak, ilahi bir mecburiyettir. Adam olmak ise o mecburiyetin hakkını vermektir!

Velhasıl adam olmak, cinsiyet meselesi değil, şahsiyet meselesidir!

………………………………..*……………………………………..

Kestaneyi Çizdirmek

Bilen bilir, en sevdiğim mevsimin sonbahar olduğunu!

Yazdım kendisini defalarca, methiyeler düzdüm adına sayfalarca! Ancak yine bilen bilir ki aralık da en sevdiğim aydır benim!

Yılın en görkemli, en cafcaflı, yeşilli kırmızılı, parlak, ışıltılı ve bence en havalısıdır. Kasımın ittirmesiyle ocağın kaktırması arasında sıkışmış, yanıp sönen neon ışıklarının aydınlattığı bu renkli ay, bitişlerin de adıdır. Vakti geldiğinde, dualar aminlere değmediğinde, saygıyla veda edip usulca uzaklaşmak gerekir belki kendinden bile! Düşler, boza kıvamına gelince tarçınlı yüreğimizde, kestane olunca umutlarımız-kayıp suya düşünce, derin bir ah süzülür dudaklardan, gelecek geçmişe küsünce!

Aklıma geldi şimdi böyle deyince, bir soru sorayım o zaman size;

– Bu hayatta yemesi sevap olan şey ne?

– Tabii ki kestane!

Tanıştırayım o halde sizi kendisiyle: Kayıngillerden palamut ile gürgenin arkadaşı, dikenli bir kozalağın içinde kahverengi kabuğunun altındaki gizli lezzet yumağı!

Hemen hemen tüm meyveler, neredeyse yılın tüm zamanı bulunurken, bu özel, geleneksel meyvenin yılın sadece birkaç ayı çıkması haksızlık. Tek haksızlık da bu değil sadece; bu kadar lezzetli, keyifli olmasına rağmen hiçbir lokantada, restoranda ya da kafede satılmayan şey kestane! Ya seyyar satıcıdan alacaksın, ya evde yapacaksın! Aralık’larda, ocak’larda, kışın en soğuğunda Nişantaşı, Beyoğlu, Taksim sokaklarında küçük arabaların tezgahlarından yükselir kokusu buram buram! Bir kesekağıdı, palto, atkı, eldiven oluverir. Sadece elinizi değil, içinizi ısıtır kestane!

E tabi bir de kestaneyi çizdirme mevzusu vardır, onu da anmadan olmaz. Daha önce bilmiyordum, hikayesi varmış meğer bunun:

“Hikaye Galata’da geçiyor. Muhabbet tellalları, o zamanın meyhaneleri, batakhaneleri, kabadayıları ile bilinen bu semti mesken tutmuş. Her türlü bela, burada döner dururmuş. Günün birinde Varnalı Tahsin diye bir zaptiye ağası çıkmış; “Ben bunları adam ederim” deyip kolları sıvamış. Önce genelevleri ekstra vergiye bağlamış. Ardından buraya gelip gitmek zorlaşsın diye kayıkçı esnafına “gece vergisi” koydurmuş. Hakikaten de bu semte gelen giden azalmaya başlamış. Buna kızan muhabbet tellalları da boş durur mu, hemen karar almışlar; Ev işleten kim varsa anlaşmışlar ve evleri de çalışan kadınları da kapatmışlar. Yani bildiğimiz grev! “Öyle kapatalım ki İstanbul’un adamları, kadınsızlıktan kırılsın” demişler. Karar uygulanmış, ortalık karışmış. Sarkıntılıklar, tecavüzler, kadın kaçırmalar başlamış!

Durum fen! Padişahın da kulağına gitmiş ve o da konuyu, devrin içişleri bakanı olan Zaptiye Nazırı Zakir Paşa’ya havale etmiş. Zakir Paşa meseleyi çözecek lakin “grev” sözcüğünün ne manaya geldiğini bilmiyor ve kendi aklınca bunu isyan sanarak köpürüyor. Zaptiyelerle birlikte Galata’ya gidiyor, kıyamet kopuyor. Esnaf, siviller, zaptiyeler herkes birbirine giriyor. Evlerde, dükkanlarda cam, çerçeve kalmıyor!

Zakir Paşa, bu adamların elebaşları ile görüşmeye karar veriyor. Biraz nasihat biraz gözdağı ile onları durdurabileceğini düşünüyor. “Paşam gitme üstlerine” diyor yakın çevresindekiler. “Bunların yanına zaptiye dahi yaklaşamıyor. Mazallah senin canına dahi kast ederler”

Paşa söylenenleri dinlemiyor ve aldığı istihbaratla elebaşların, filancanın bostanında âlem yaptıklarını öğreniyor. Güya gidip onları iş üzerinde basacak.

Birkaç saat sonra tek başına, perişan halde daireye dönüyor. Yaka bir yanda, boyunbağı bir yanda. Fesi kaymış, üst baş toprak içinde. Yürümekte zorluk çekerek, bacaklarını ayıra ayıra makamına zor çıkıyor.

“Aman paşam ne oldu ?” diye başına üşüşüyorlar tabi! Paşa bir hışımla başlıyor emretmeye;

“Varnacı Tahsin tevkif edilsin! Kayıkçı vergisi kaldırılsın! Bana bir de cerrah bulunsun !”

Sonra da başlıyor anlatmaya;

“Benim Makriköy’de kestaneliğim vardı, oraya gitmiştim. Dönüşte araba kazası geçirdim!”

Makriköy dediği bugünün İstanbul’un Bakırköy’ü! Kestaneliği, baba yadigârı!

Kimse inanmamış tab,i kendisine! Dayak yediği yani kestaneyi çizdirdiği besbelliymiş. O günden sonra da ona; “Kestaneli Zakir Paşa” denmiş!

Sert kabuğunun içine aileyi sığdırır kestane, kışı-soğuğu ve de aşkı, içine hapseder.

Çünkü bazı insanlar; “Seni Seviyorum” diyemez de, “Sana kestane alayım mı?” der! 

…………………………*…………………………………. 

HAFTANIN EN’LERİ 

Haftanın Gururu: Kayseri’den Amerika’ya uzanan bir başarı öyküsü! Kayseri’de Kadın Hastalıkları ve Doğum Uzmanı Prof. Dr. Gökalp Öner, tüp bebek tedavisinde geliştirdiği yapay zeka projesi ile Harvard’a kabul edildi! Yüzde yüz yerli ve milli olan proje, sadece en iyi embriyo seçimini yapmıyor, aynı zamanda kişiye özel tedaviYLE en doğru spermi de buluyor! Tebrik ederim Gökalp Hocam, tebrikler Kayseri! Bu millet sizinle gurur duyuyor!

Haftanın Afeti: İzlanda’da yaşanmakta! Farkındaysanız ‘Yaşandı’ diyemiyorum yaşanıyor diyorum! Çünkü İzlanda’da haftalardır süren depremlerin ardından bu kez de yanardağ patladı! Cennet de cehennem de aslında bu dünyada diyenler haklıymış galiba! 

Haftanın Uyarısı: Bedenimizden geliyor! Malum bağışıklık sistemi, vücudun hastalıklarla mücadele etmesindeki en önemli güç! Bağışıklık sistemini güçlendirmek için de özellikle kış aylarında vitamin ve mineral kullanımları artıyor. Oysa ki bu vitamin ve minerallerin gereğinden fazla kullanılması, diyabet, sarkoidoz, tiroid ve sedef gibi hastalıklara yol açabiliyormuş! Yani neymiş; Kafamıza göre vitamin, almamak gerekiyormuş!  ‘Dimyat’a pirince giderken evdeki bulgurdan olmak’, tam da buna deniyormuş!

Haftanın Yolculuğu: Uzaya doğru! Dünyayı hallettik şimdi sıra uzayda! Uluslararası Uzay İstasyonu’nda (ISS) görev yapacak ilk Türk Uzay Yolcusu nihayet belli oldu! Türkiye’nin İnsanlı İlk Uzay Misyonu kapsamında Alper Gezeravcı, Ocak ayındaki fırlatmanın ardından Uluslararası Uzay İstasyonu’nda 14 gün kalacak ve biyoloji, tıp, malzeme bilimi ve genetik gibi 13 farklı bilimsel deneye imza atacakmış!

Valla ne diyeyim, şimdi artık uzay düşünsün! 

Haftanın Uygulaması: Portekiz’den geldi! Son zamanlarda farklı ülkelerde gündeme gelen haftada 4 gün çalışma uygulamasını, toplam yaklaşık bin çalışanın bulunduğu 41 şirkette pilot olarak başlatan Portekiz’, bu sayede iş ile aile arasındaki bağların kuvvetlenmesi ve iş yerlerindeki verimliliğin artırılması hedefliyormuş! Haftada sadece 3 gün işe gitsem geri kalan 4 gün dinlensem bendeki verimliliği, kuvvetlenen bağları görün siz! Aaaahhh ahhh ne diyeyim! ‘Coğrafya kaderdir’ diyenler! Aklınızı seveyim!

Bir yanıt yazın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir